Kitaplardan Sözler
18 Haziran 2016 Cumartesi
10 Şubat 2016 Çarşamba
Mücella, NAZAN BEKİROĞLU
Artık sebeplerim, sonuçlarım bu dünyaya sığmıyor. Savunmama gelince, sebebim yok ki bahanem olsun. Bahanem yok ki savunmam olsun.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Aşk, sanırdım benden öğrenilecekti. Mahkeme-i Kübra'da bütün aşklardan tek başıma sorumlu tutulacağımı sanırdım. Meğer aşkın sernamesi teslimiyet, ben sernameyi atlamışım.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Anlamanın sonu merhamet, onun da sonu affetmektir.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Şimdi ey bezirgân, suçu suçluya ödetmeli masuma değil. Bu yüzden ben bir isimden ibaret kalsam bile, ölsem bile, kalsam bile, bir isim bile kalmasa benden geriye. Sen o ismi unutma. Unutmak affetmektir. Aşkın olduğu yerde açılmaz affın kapıları. Oysa kalbim tanık sen beni affettin.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
İnsan yüzü çabuk değişmez. Eğer bir yüz bu kadar değişmişse demek araya fark edecek kadar uzun zaman girmiştir.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Ölüm ara renkleri iptal eder.Nazan Bekiroğlu, Mücella
Ölüm ara renkleri iptal eder.Nazan Bekiroğlu, Mücella
Koca bir dağ annem suretinde karşıma dikildi.Azgın bir sel olup taştı yoluma.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Benim acım dindiyse dinmeyecek acı yoktur
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Tahtımın kenti Viyana bahtımın da kentiydi.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
En yakıcı aşktan geri dönmek , en basit bir evliliği bozmaktan daha az hasar verirdi.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
"Benim de senden öncem yoktu" diyesim var. Lâkin benim senden önce bir hayatım gercekten yoktu.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
O kadar yabancı geldi ki ona bir zamanlar kendisinin olan bu yüzler, şu an, şimdi ölse, hangi yüzü taşıyan bir kendisi onu karşılasın dilerdi? Hayatının hangi devresine dönmek ve orada ebedi kalmak isterdi? Bir cevap bulamadı. Hayatının "işte burası! bu!" diyeceği bir zamanını işaret edemedi. "Kocadım artık" dedi. Direnmedi.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa lâyık olmayanı da affetmek değil mi?
Nazan Bekiroğlu, Mücella
İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa layık olmayanı da affetmek değil mi? Tıpkı vicdan gibi. Onu kaybetmeye en fazla hakkımız olduğu anda koruyabildiğimiz şey değil miydi vicdan?
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Daha fazla mücadele etmedin. Mücadele Gücün olmadığı için değil uğrunda mücadele edilecek bir şey kalmadığı için. Sen ben de ne gördün bilmiyorum ama ben senin gördüğün kişi değilim.
...benimle mücadeleye benim için bile olsa değmezdi.
...benimle mücadeleye benim için bile olsa değmezdi.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Insanın kendinden razı olmayışı ama kalbine yenilmeyeşi bir türlü. Birisini yarı yolda bırakışından da öte, suçtur. Suçluyum. Aşkın endazesi akıl olmasa gerek. Suçluyum.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
ünkü bütün eksik geldiği telafi eden ve Rengin'in seçimini meşrulaştıran yegane sebep fırıncının oğlunun derin derin bakan simsiyah Gözlerinden ibaretti...
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Korkma...Kimse aşktan ölmez .O işler sadece masallardadır.Bir de romanlarla filmlerde.Hangi ateş sonsuza kadar yanmış ki ?
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Aşk gelir geçer , evlilik ise ömür boyu sürerdi .
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Sevda dediğin ne ki? Tarifsiz bir tanışıklık duygusu. Sebepsiz bir gülümseme arzusu. Rüzgâr esti. Mantonun düğmelerini iliklerken sen de bana gülümsedin. Sen bana gülümsediysen bu sana değil bana bir şey katmış demekti. Acaba? Bu ümit bile yetti.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Her sevgi insanın kendisini eşsiz hissetmesiyle başlarmış. Bense senin eşsiz olduğunu hissettim. O yüzden benim ruhuma düşen şey senin de ruhuna düştü biz ikimiz bir ırmak köprüsünün korkuluklarına yaslanmış suya bakarken ve şairliğim tuttu. Sandım ki çoktum, bir oldum. Eğriydim, doğruldum. Yitiktim bulundum.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Benimki babasını çoktan yitirmiş bir baba eviydi.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Tanımaktır anlamanın ilk şartı. sevmek anlamaktan sonra gelir...
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Onu düşününce içinde harlı bir nefes yanaklarına doğru yükseliyordu...
Nazan Bekiroğlu, Mücella
...kalbinde taş gibi bir acının ağırlığıyla yaşadığından olacak gözlerinde daima kederli bir bakış asılıydı. hep aynı gözlerle bakardı hayata: kazalı belâlı yolları kazasız belâsız atlatmayı, eylemekten çok eylememeyi başaranların çorak bakışı. yaşanmamıştan çıkarılan gururun acı tacı...
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Tüten bir baca kadar hayatı haber veren ne olabilir ki?
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Şimdi ey bezirgân, suçu suçluya ödetmeli masuma değil. Bu yüzden ben bir isimden ibaret kalsam bile, ölsem bile, kalsam bile, bir isim bile kalmasa benden geriye. Sen o ismi unutma. Unutmak affetmektendir. Aşkın olduğu yerde açılmaz affın kapıları. Oysa kalbim tanık sen beni affettin.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
“Korkma” dedi. “Kimse aşktan ölmez. O işler sadece masallardadır. Bir de romanlarla filmlerde. Hangi ateş sonsuza kadar yanmış ki? Biraz tüter sonra sönersin.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
Aşka açılan her kapıdan bir felaketin gireceğine sarsılmaz inancı vardı. Pek haksız da sayılmazdı hani. Yolu aşka uğrayıp da bedbaht olmamış tek fert yoktu ona göre dünya yüzünde.
Nazan Bekiroğlu, Mücella
2 Şubat 2016 Salı
Kardeşimin Hikayesi, ZÜLFÜ LİVANELİ
Birine âşık olmak, bir uçurumun kıyısında gözü bağlı yürümek demektir. Başına neler geleceğini hiçbir zaman bilemezsin. Sonu ölüm de olabilir, cinayet de, intihar da…
Aşk, bir uçurum kıyısında gözü bağlı yürümektir.
Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.
Zenginlik insana ait bir özellik değil diyorum. Para insanın doğal bir parçası değil; kaybolabilir, çalınabilir, soyut bir kavram bir takım sıfırlar… Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar. Kitap, çalışacak insan, eşya alabilirsin; ama bunlar bilginin, dostluğun, paylaşma duygusunun yerini tutamaz…
Aşk dendiğinde küçülüyordu her şey. O zaman gerçek aşka ne ad verdiğimi sordu. ‘Karasevda’ dedim.
Karasevda, gözleri bağlı olarak bir uçurumun kıyısında yürümek değil miydi? Birine sevdalanmak, donmuş bir golde, nerede ve ne zaman kırılacağını bilmene imkân olmayan ince buzlar üzerinde yürümek anlamına gelmiyor muydu?
nsan her şeyi unutarak yasayabilirdi ama her şeyi hatırlayarak yasayamazdı.
Hani insan her şeyi unutarak yaşayabilirdi ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı. Hani unutmak, insan soyunun en büyük şifasıydı. ”
Aşk denen şey bazen yürür, bazen uçar; bazen koşar biriyle birlikte; bir başkasıyla ölümcül yürüyüşe çıkar; üçüncüyü buzdan heykele çevirir; dördüncüyü atar alevlerin içine. Birini yaralar; öldürür ötekini. Aynı anda çakıp sönen bir şimşeğe benzer. Geceleyin saklar şafakta zapt edilecek olan kaleyi. Çünkü dayanacak güç yoktur karşısında.
Hayatın özü, büyük sırrı; olmazsa olmazı: Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan, unutmadan hayatını sürdüremez.
Birine sevdalanmak, donmuş bir gölde, nerede ve ne zaman kırılacağını bilmene imkân olmayan ince buzlar üzerinde yürümek anlamına gelmiyor muydu?
Sustum, o da sustu. Göz göze bakışıp da önce kimin dayanamayıp gözlerini kaçıracağını sınayan oyunlara benzer biçimde, kimin sessizliği bozacağı üzerine bir iddiaya girmiş gibiydik. Ama bilmediği şey, benim bu oyunu sonsuza kadar sürdürebilecek olmamdı. Son nefesime kadar bir mumya gibi bekleyebilirdim.
4 Aralık 2015 Cuma
Geniş Zamanlar, AYŞE KULİN
Ana kız, bir tencerenin içine doldurdukları sütü, taşım taşım kaynatıp duruyorlardı ocağın üstünde. Başa çıkamayınca, "Ne haliniz varsa görün, yeter ki beni bu işe bulaştırmayın," demiştim. Zehra, sütü taşırmamak için, ateşin az üzerinde tutuyordu tencereyi, Fatik de birtakım dualar okuyup, benim bulunduğum odaya doğru üfleyip duruyordu. Nasıl bir medet umuyorlardı acaba sütten? Başka kadınlara takılan kocalar koşa koşa evlerine mi dönüyorlardı? Ben ettim sen eyleme diyerek ayaklara kapanıyor ve bundan böyle uslu mu duruyorlardı? Kadınlar da af ve barış ilan edip, hemen koyunlarına giriyor, en cilveli halleriyle ve tabii süt duasının da gücüyle, geri kazanıyorlardı zahir erkeklerini. Bu işler, böyle oluyordu demek ki kondularda. Konduların, sahneciler ya da medyacılar tarafından keşfedilememiş, kara bahtlı genç kadınları, kendilerini ya sürekli döven, ya sürekli gebe bırakan ya da sürekli sömüren kocalarını dualar ve muskalarla yola getirmeye çalışıyorlardı. Öyle anlatıyordu Fatik ve öyle bir umutsuzluğa düşürüyordu ki beni, sanki bu ülkede, o kadınların geçmiş ya da gelecek zamanları yoktu. Onlar, hep geniş zamanlarda yaşarlardı. Dünleri de, yarınları da bugündü; böyle gelmiş böyle giderdi, hiç değişmeden!
3 Ağustos 2015 Pazartesi
Bir Psikiyatristin Gizli Defteri, GARY SMALL, GİGİ VORGAN
'' İnsanoğlunun 'öteki'nin içine bakma isteği ve kendisiyle yüzleşmesinin dayanılmaz çekiciliği''
"Yalancı ya da histerik gebelik diye de bilinen psödosiyezi son derece ender rastlanan ama antik çağdan bu yana belgelenmiş bir durumdur. MÖ 300'de Hipokrat 12 vaka kaydetmişti.16.yy da ise İngiltere kraliçesi Mary'nin başına bir kaç defa gelmişti. Histerik gebelikte gerçek gebeliğin tüm tipik işaretleri ve belirtileri ortaya çıkabilir; mide bulantısı, göğüslerde hassasiyet, fetüsün hareket ettiği hissi ve kilo alımı. Kadının karnı tıpkı normal hamilelikte olduğu gibi büyüyebilir ve kadın gerçekten hamile görünür. Adeti de kesilince hasta gerçekten hamile olduğuna inanır. Hormonal dengesizlik de genelde fiziksel belirtilere ve gebelik testinde yalancı pozitif sonuç çıkmasına katkıda bulunur. Kimi zaman stres, hipofiz bezi fonksiyonunda artışa yol açar. Sonuç olarak hasta gebe olmadığı halde süt üretir. Hatta semptomlar öyle inandırıcı olabilir ki yalancı gebeliği olan tahmini beş kadından birine tıbbi görevli tarafından bir noktada gebelik teşhisi konabilir."
"Bipolar hastalar manik durumdayken fazla uyku ihtiyacı duymazlar. Üretken, enerjik hatta genelde aşırı coşkun ve eğlencelidirler. Ancak mani yükseldiğinde, görkemlilikleri yüzünden başları derde girebilir. Bu hastalarda ayrıca hızlı konuşma, halüsinasyon, sanrı ve agredif davranış da görülebilir.
Bipolarlar depresyon haline geçtiklerinde genelde uyuşuk olurlar ve çoğu zaman günboyu uyurlar. Bazı insanlarda hastalığın hafif bir çeşidi görülür ve bu kişilerde tam kapsamlı manik episodlar yerine hipomani olur. Yani hastalar gerginlik ve psikoz olmaksızın öfori ve üretkenlik yaşarlar....
Bipolar bozukluğu olan kişiler hipomanik ve manik episodlar sırasında sık sık sıradışı yaratıcılık patlamaları sergilerler. Vincent van Gogh, Paul Gaugin, Jackson Pollock, Mark Twain, Ernest Hemingway, William Faulkner, Ludvig van Beethoven, Robert Schumann ve Brian Wilson de dahil en ünlü ressam yazar ve müzisyenlerimizden bazılarında bu hastalığın olması şaşırtıcı değildir."
18 Haziran 2015 Perşembe
Milenaya Mektuplar, FRANZ KAFKA
- Biri bana kendini kaptırınca, anlamıyorum, bocalıyorum. Bu yüzden nice dostlukları bozmuşumdur. Karşımdakinin inancına, iyi niyetine bakmadan (söz konusu bensem, yoksa başka konularda böyle değilimdir) yanıldığını göstermek isterim hep.
- Bildiğin gibi değil Milena... Kadınlığın önemli değil! Sen benim için el değmemiş bir kızsın, senin gibi apak biriyle karşılaşmadım ki! Böylesine arınmış birine el uzatmak için yürek ister. Benim elim kirli, titrek, kararsız. Kimi vakit pençeyi andıran bu terli, bu soğuk eli nasıl uzatırım sana?
- Bir şey soracağım: Ne gibi suçlar yüklüyorlar size? Benim de mutsuz kıldığım kişiler oldu, ama beni suçlandırmadılar, durmadan sitem ettiklerini de anımsamıyorum. Konuşmazlar, susarlar... İçlerinden olsun suçladıklarını sanmıyorum. Kişiler yanında böylesine ayrık bir durumum vardır benim.
- Bu ters dünyayı ne zaman birazcık düzene sokacaklar, dersiniz? Gündüzleri kafan bomboş dolaş - her yanda öyle güzel yıkılar var ki, kişi de böylesine güzel olacağını umutlar - geceleri de uyku yerine buluşlar gelsin usuna!
- Kuşkulanmayın sakın, yalnız düşlerde tekin değilim.
- Kaçırılır bu kadın, yangından, yeryüzünden, kucağa alıp kaçırılır... O da güvenle, istekle sokulur insana. Yalnız "i"nin sesi çok güçlü, sıçrayıp elinden kaçıvermiyor mu adın? Yükünün mutluluğundan bu şıçramayı kendin yapıyorsun belki de?
- Korkunun yılanları ürkmüş ama benim korkumun yılanları daha azgın.
- Bir ay önce daha mı iyi bir insandım? Kendi kendime de olsa, üzülüyordum hastalığına, hiç değilse hasta olduğunu biliyordum... Ama şimdi? Geçti artık, şimdi yalnız kendi hastalığımı, kendi esenliğimi düşünüyorum, ama ikisi de sen demeksin.
- Ancak gün ışırken dalabildim uykuya - korkunç dememek için kötü diyorum - bir düş gördüm. ( Neyse ki uzun sürmüyor düşlerin etkileri.) Kötü bir düş gördüm Milena... Gene de bu düşü gördüğüme seviniyorum, düşler sona ermedikçe kişi uyanmaz uykusundan, sımsıkı tutar düşler bizi, istesek de uyanmayız; işte birazcık uyuyabilmemi bu düşe borçluyum.
- Konuşmasalar, sussalardı, ne iyi olacaktı...
- Birden akşam olmuş ve sen yanımdasın... Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir ayağım yerde, elini tutuyorum... Hızlı hızlı, kısa kısa tümcelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya dek! Neler konuştuğumuzu anımsamıyorum, yalnız sondan iki, baştan da iki tümceyi söyleyebilirim... Ara yerde konuşulanlar anlatılamayacak kadar acı. Bakışlarından bir şeyler sezmiş olacağım ki, daha selamlaşmadan: "Beni başka türlü canlandırmıştın kafanda, değil mi?" diyorum. "Açık söylemem gerekirse, evet" diyorsun... "Seni daha alımlı sanmıştım." Konuştuğumuz ilk iki tümce buydu işte, (Bir şey diyeyim mi? Biliyorum, her yaptığım işte bir eksik yanım vardır, ama ezgi konusunda yüzdeyüz, baştan sona sıfırımdır! Hiçbir işte böylesine kesin bir bütünlüğe ermemişimdir!) Başka ne konuşabilirdik? Her şey aydınlanmıştı... Derken, ne zaman bakışacağımızı tartışmaya başladık. Ben durmadan soru sordum, sen durmadan anlaşılmaz bir sürü kaçamaklı karşılıklar verdin.
- Dış görünüşün vız geliyordu bana; sözlerine önem veriyordum yalnız. Ben de seni düşündüğüm gibi bulmamıştım, benzemiyordun kendine; daha esmerdin, yüzün zayıftı! Tombul olsaydın, böylesine katı yürekli olabilir miydin? (Ama bu davranışından ötürü katı yürekli denebilir miydi sana?) Üzerinde, benimkinin kumaşından - hem de erkek biçiminde - bir giysi vardı, hiç beğenmemiştim. Birden mektubundaki bir koşuk geliyor usuma: "iki tanecik giysim var, ama bilirim yakıştırmasını" giysini beğeniveriyorum... Anla sözlerinin bendeki etkisini! Arkadaşlar plana bakıyordular daha, biz bir yana durmuş, buluşacağımız günün pazarlığını ediyorduk. Aşağı yukarı şu sonuca varmıştık: Ertesi gün pazardı; pazar günleri bana vakit ayıramayacağını bir türlü anlayamıyordum, sen de nasıl anlamam diye direniyor, şaşıyordun. Sonunda "peki" demiş olacaksın ki, kırk dakika için kaçabileceğini söyledin. (Konuşmamızın korkunç yanı sözcüklerinde değildi, davranışlarındaydı... direnişinde. Susmakla şunları anlatmak istiyordun sanki: "Önemli olan gelmek istemeyişim, gelmişim kaç para eder?) Günün hangi saatine rastlayacaktı bana ayıracağın bu kırk dakika? Bir türlü öğrenemedim... Anlaşılan kendin de bilmiyordun, düşünüyordun, ama bulup söyleyemiyordun. "Bütün gün beklerim, öyleyse" dedim. "Bekle" dedin... Arkanı döndün, ötekilerin yanına gittin. Verdiğin bu karışıklıktan hiç gelmeyeceğini anlamıştım. Yalnız beklememe izin veriyordun, o kadar. "Beklemeyeceğim işte" dedim usulca, duymadığını sanarak sesimin yettiği kadar bağırdım ardından... Bu son kozumdu, umutsuz bir seslenişti. Vız geliyordu sana, umursamıyordun, ilgilenmiyordun benimle artık. Altüst olmuştum, kalabalığa karıştım. Bu düşten iki saat sonra mektuplarınla çiçeklerin geldi. Yüreğime su serpen güzel avuntular...
- Burada olsaydın (yalnız sıcaklığını duymak için değil) ne iyi olurdu... Başımı omzuna kor, geniş bir soluk alırdım.
- Dükkanlardan çıkarlar, bize bakarlardı! Ne saçma şeyler bunlar, değil mi? Ne türlü seninim Milena, anla! Bu aşçı kadınlar, bu korkutmalar, otuz sekiz yılın ciğerimde biriktirdiği toz toprakla ne denli seninim bilsen! Bunlar değildi demek istediğim, ya da başka türlü diyecektim, olmadı... Gece ilerledi, kesmeliyim artık, uyumam gerekiyor... Oysa biliyorum; uyuyamayacağım. Sana yazmaktan vazgeçtiğim için uyuyamayacağım.
- İçim götürmüyor buradan ayrılmayı... Balkonda, hiçbir şey yapmadan yatmanın nesinden geçilmez dersin?
- Seni gördüm düşümde bu sabah gene. Yan yana oturuyoruz... Sen itiyorsun beni, ama kızmadan; gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi - hem de bana seslenen sesi - duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya! İlk düşümden daha bitik, daha kötü ayrıldım yanından. Bir yerde okumuş olacağım, bir benzetiş geldi şimdi usuma:"Ateşten örülmüş uzun yalımlardır sevgilim, dolaşır yeryüzünü, sarar beni. Ama sardıklarını değil, görmesini bilenleri sürükler ardından..." Senin. (Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle "Senin" kaldı yalnız.)
- Kişi bu mektupları önüne serer, yüzünü gözünü sürer onlara, sonra da aklını kaçırır! Ne var ki, kişi daha önceden yitirmişse aklının yarısını, hiç değilse geri kalanın değerini anlar da onu olsun sıkı sıkı tutmaya çabalar. Onun için işte, benim otuz sekiz Yahudi yılım sizin yirmi dört Hristiyan yılınıza şunları diyor şimdi: Boş mu veriyoruz doğa ile Tanrı'nın yasalarına, olacak iş mi bu? Otuz sekiz yaşındayım, üstelik yorgunum da, ama bu yorgunluk otuz sekiz yılın ortaya kıyacağı yorgunluk olamaz! Yorgunluk diye adlandırmak doğru değil belki, ama rahat değilim, korkuyorum. Düşenlerle böbürlenen bir dünyada yaşıyoruz. Atamıyorum adımımı, ürküyorum, onun için yere basamıyorum. Evet... belki yorgun değilim, korkağım yalnız... Beni altüst edecek bir serüvenin ardından gelecek o büyük yorgunluktan korkuyorum. Ancak akıl hastanesinde dinlenebilir insan; gözünü sabahtan akşama dek bir yere dikip oturacak... İşte bu duruma düşerdim. Biliyorum, birtakım işlere soktum burnumu. Bu arada dostumu düşmanımı kırdım (oysa düşmanım yoktu, yalnız dostum vardı, hepsi de iyi kişilerdi) kendim de yarı sakat biri oldum, hani çocukların elindeki mantar tabancasını görse titremeye başlayanlardan. Şimdi de bir kurtuluş savaşına çağırılıyorum sanki. Söyle, olacak iş mi bu? Yaşamımın en iyi günlerini iki yıl önce geçirdim, bir köyde, sekiz ay sürdü. O günlerin sözünü daha kimseye etmedim. Kendi kendime yetiyordum, özgürdüm, bütün bağları kopardığımı sanmıştım... Kimseden mektup almıyordum, beş yıl süren Berlin mektuplaşması bile sona ermişti. Hastalığımın gölgesine sığınmıştım. Kendimde bir değişme olmamıştı, hayır, belki eski niteliklerime daha da sıkı sarılmıştım. Ama bu durumun sürmemesi gerektiğini bir buçuk yıl önce kavradım, bu konuda daha çok düşemezdim: Körü körüne bana inanmış, iyi, güzel birini de yanım sıra sürükleyemezdim... Zaten korkunç bir çıkmaza girmiştik. Milena! Şimdi de sen çağırıyorsun beni...Yüreğime, usuma eşit etkiler yapan bir sesle sesleniyorsun bana. Ama tanımıyorsun beni, birkaç mektup, benim için duyduğun birkaç söz, gözünü kamaştırmış olabilir. Milena diyorum, bir deniz gibidir, deniz kadar da güçlüdür. Gel gelelim bir yanlış yorumlama sonunda, boğulacak olanın isteğine uyup, alın yazısı da öyle dilerse... bütün gücü ile deniz üstüme yığılmaz mı? Evet, görmedin, bilmiyorsun beni. Gelmemi, gerçeği ortaya çıkarmak için bir ön sezgiyle istiyorsun belki de. Biliyorum, beni gördükten sonra geçecek başının dönmesi!
- Düşünülerimde, açıklamalarımda özdenim, yalansızım. (Bu yanımı ilk sen gördün, sen anladın.)
- Hele şimdi, şu anda o dilek, dileklerin en uygunu, en arınmışı... mutluluğun ta kendisi.
- Seninle buluşacağımız yeri şimdiden yazabilsem ne iyi olurdu, değil mi? Ama olmaz, buluşacağımız yeri şimdiden bildirirsem, boğulurum o zamana kadar. Üç gün üç gece o yerin bomboş kalacağını ve ancak salı günü belli bir saatte orada olabileceğimizi düşünmek çıldırtabilir beni. Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? Bunun karşılığını salı günü verirsin.
- Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena; Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki. Ne söyleyeyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni.
- Kişiyi mutluluk öldürebilirse, benim çoktan ölmem gerekirdi! Ama, ya benim gibi ölüm yargısına uğramış biri, mutluluktan ötürü kurtulabilirse ölmekten? Öyleyse yaşayacağım demektir.
- Uzun yıllardır görmediğim Madrid'deki amcam, yarın Paris'ten buraya geliyormuş. Sevmez değilim onu, ama bu gelişi hoşuma gitmedi, sabahtan akşama onunla olmam gerekecek, oysa ben bütün vaktimi, bütün vaktimden daha çoğunu, yeryüzünün bütün vakitlerini sana ayırmak istiyorum, seni düşünmek, seni yaşamak için. Tedirgin olacağım şimdi, evimin de rahatı kaçacak; akşamları da yalnız kalamayacağım demektir! N'olurdu, başka bir yerde olsaydım; birçok şeyin başka türlü olmasını isterdim zaten, hele işi hiç istemiyorum! Ama bu isteklerim yersiz... beni bugünlerden ayıracak bir şeyi nasıl isteyebilirim? Senin olan bugünlerin dışında? Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelebilir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış, kalmışım öylece.
- Akşamın şu geç saatinde sana iyi geceler dilerken, kendimi, her şeyimle bir solukta veriyorum sana, mutluluk, sende erimek!
- Tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı - daha doğrusu: kimi zaman yalnız kalabilmek, mutluluğun ilk koşulu.
- Kişi nelere sahip olduğunu bilmeyen bir "kapitalist" aslında.
- Kişi yorgun olunca bencil de oluyor... Hele benim gibi iki gün iki gece bin bir olasılıkla kendini yiyip bitirdikten sonra...
- Şimdi de ben seni oturtuyorum koltuğa, mutluluğumu anlatabilir miyim sözcüklerle? Ellerime, gözlerime, zavallı yüreğime nasıl anlatayım burada olmanın mutluluğunu? Benim olmanın? Oysa tutkunluğum sana değil, senin sağladığın yaşamımı seviyorum.
- Kimi zaman şuna inanıyorum: Birlikte yaşayamayacağız, boyun eğip rahatça uzanıvereceğiz yan yana, ölmek için. Ama ne olacaksa, senin yanında olacak.
- Gel artık! Sen olmayınca yanımda, korku başkaldırıyor, bütün gece, sabaha kadar boğuşuyorum onunla. Ciddi bir yanı var bu korkunun, boşayamıyorum, üstelik durmadan şu gerçeği de sokmak istiyor gözüme: "Milena da senin gibi bir insan, ne yapsın?"
- Bu elle tutulamayan, bu korkunç sorumluluk durumunu bütün açılarıyla yüklenen biri olacağım yerde, söz gelişi odandaki, o her zaman seni görebilen mutlu dolap olsam, ne iyi olurdu: Seyrederdim seni, koltukta oturuşunu, mektup yazışını, yatışını ya da uykuya dalışını.
- Seninle olsam, ne kolay bir yaşamım olacak - çılgınlık! nasıl dokunabilirim bu konuya? - Bakışlarla konuşurduk yalnız. Oysa şimdi, hiç değilse yarına değin beklemek zorundayım mektubumun karşılığını. Yanlış anlama Milena, sev beni.
- Yaşam rezillik aslında, midemi bulandırır hep; yaşamla başa çıkacağımı, insanlara dayanabileceğimi ummazdım bugüne değin, utanç duyardım bundan ötürü, ama sen, bir şey öğrettin bana şimdi, dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş meğer.
- Korkunç acılara boyun eğmek zorunda kalırım tek sözcüğünden yoksun olursam.
- Yorgunum, diyeceğimi de unuttum, başımı dizlerine koysam, elini duysam saçlarımın üstünde... Ne iyi olurdu, ölünceye dek kalabilirdim öyle.
- "Belki Prag'a gelirim önümüzdeki ay" diyorsun. Neredeyse: gelme, diye yalvaracağım. Seni çağırmak zorunda kaldığım bir güne bırak bu gelmeyi, o umutla yaşayayım, gel dediğimde hemen geleceğinden emin olma umuduyla. Hayır, gelme şimdi, nasıl olsa dönmek zorundasın, değil mi? (Vereceğin karşılığı biliyorum, gene de yazılı görmek isterim.)
- Neyse, bırakalım bunları, durma üstünde, uzat elini, bir daha da çekme.
- Franz, hayır, F. değil. Senin. O da değil. Yeter: sessiz, derin orman sadece.
- Severim onu, ama elini uzun uzun sıkacak kadar da değil. Umduğumu bulamayacağımı biliyordum, ama olsun, dedim, ne çıkar?
- "Kadınlar için çok şey gerekmiyor." diyor bir yerinde, güzel bir tümce.
- Bugünkü mektubun, o candan, o sevinçli, o mutluluk getiren mektubun, nasıl okunursa okunsun, bir kurtarıcı mektup olmaktan çıkmıyor. Milena kurtarıcılar arasında! (Ben de onların arasında olsaydım, yanımda olur muydun şimdi? Hayır, olmazdın, biliyorum.) Kurtarıcı rolünde Milena! Oysa denedim, biliyorsun: karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin, başka hiçbir şeyin yararı yoktur. Sen beni var olmanla kurtarmadın mı? Olmayacak küçücük nesnelerle denemeye de kalkışma artık. Birini boğulmaktan kurtarırsın, bu elbette ki büyük bir olaydır, ama kurtardıktan sonra yüzme öğretmeye kalkışırsan, neye yarar? İşi kolaylaştırmak değil midir bu, işi biraz başından atmak? Var olduğunu bilmek daha güven sağlar, her an yardıma koşacağını ummak daha iyi...işi yüzme öğretmenine ya da İsviçre'deki otelciye yüklemenin bir yararı yok. Hem biliyorsun, kilom 55.40! El ele tutuşmuşuz seninle, nasıl bırakır da giderim? Birlikte gitsek de ne olacak? Bir daha seni bırakıp uzaklara gitmeyeceğim, kafama koydum bunu.
- Bütün bunlar "rahatlık" işte, öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile "yok oluverir" insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir.
- "Gevezelik ediyorum, her şeye rağmen mutluyum yanında."
- Seninle konuştuğum gibi, kimseyle rahat konuşamam, kimse senin kadar benden yana olmadı da ondan, kimse senin kadar iyi niyetli ve her şeyi kavramış değil de ondan.
- Seni sevdiğime göre; yeryüzünü de seviyorum demektir, sol omzunu da, hayır sağ omzundu önce, canım isteyince öperim de onu (aç biraz omzunu, n'olur?) sol omzun sonra gelir; sonra ormanda üstümdeki yüzün, gene ormanda aklımdaki yüzün ve çıplak göğsünde dinlenen başım. "Biz tek insan olduk bile" demekte haklısın, korkmuyorum da bundan ötürü, tersine, bu benim tek mutluluğum, tek böbürlendiğim şey...
- Alıkça ettiğim şakaları anlatma sakın dolaba. Odanda duran her şeyi seviyorum, çılgın gibi, bil bunu.
- Uyuyamayınca insan, ne sorduğunu bilmeden sorar. Durmadan sormak gelir insanın içinden, uyuyamamak demek, bir şeyler öğrenmek demektir, zaten; sorulara karşılık bulunsa kaçar mı kişinin uykusu?
- Milena kendi yaşamını yaşıyor, başka türlü yaşamak elinde değildir. Sevinç dolu bir yaşam değil belki, ama 'dingin ve esenli'.
- Bir aydır hiçbir işe yaramayan gözlerim seni görecek!
- Bak Milena, yüreğimde sen olduktan sonra her şeye göğüs gerebilirim; mektup almadığım günler korkun. diye yazdığıma bakma, doğru değil pek, zor geliyor, güç oluyor öyle günler, ağır geliyor, su alan bir kayık gibi, battı batacak, gene de yüzüyor senin sularında. Yalnız bir şeye göğüs geremem, senin yardımın olmadan bir şeyle başa çıkamam: "korku"yla; bu konuda alabildiğine güçsüzüm, enezim, incelemeye bile yetmiyor gücüm, batıvereceğim dibe.
- Görür gibiyim seni, çeviriyi yapıyorsun, eğilmişsin kağıdın üstüne, boynun çıplak, arkanda duruyorum, dayanamayıp öpüyorum ensenden... Kaçma n'olursun, öpmek istemiştim... İşe yaramayan sevgimin bir gösterisiydi bu.
- Havada bir şey var, cennette işlenen ilk günahtaki havanın kokusundan bir şey.
- Seni bulduğum için teşekkür etmek istiyorum sana (yeter mi sanki?) Öpmek istiyorum seni.
- Meleklerin sesi sandığımız, cehennemin dibindekilerin türküsüdür.
- Bu karanlıklarda bile seninle eş düşünüde olabilmek! Şaşılacak kadar güzel, değil mi? Yanıldığımı da sanmıyorum.
- Ama ben baksam sana... arada bir elimi alnına koysam, gözlerine dalsam, bakışlarını -ben odada dolaşırken- üstümde bilsem, senin için yaşadığımı bilsem, onurlansam, içim içime sığmasa, bu yaşama iznini versen bana!
- Seninle konuştum; çocuklar gibi açık ve ciddiydim bu konuşmada; sen de bir ana gibi anlayışlıydın, sen de ciddiydin. (gerçek yaşamda ne böyle bir çocuk gördüm, ne de böyle bir ana!)
- İçime kapanığım, yalnız kendimi düşünüyorum. Senden alabileceğim kadarını alabiliyorum, kaptırmamak için elimden gelse, dünyanın öbür ucuna kaçardım.
- "Ya hep, ya hiç" sözü, büyük bir söz! Ya benimsin, ya değilsin. Benimsen, sorun yok, her şey iyi demektir, ama değilsen, yitirirsem seni... kötü olmaz... O zaman hiçbir şey olmaz, o zaman hiçbir şey yok demektir... Ne kıskançlık kalır, ne üzüntü, ne sıkışma, hiç, hiçbir şey. Biliyorum, birine böylesine güvenmek bayağının aşağısı bir şey, onun için durmadan korku çörekleniyor ya içime? Ama bu korku seni yitiririm korkusu değil! Birine güvenmeye nasıl yeltenir insan, işte bu korkutuyor beni. Buna karşı koyabilesin diye, sevimli yüzüne Tanrısal bir güzellik ekleniyor. (Ama belki doğuştan vardı bu.)
- Bana gereken şeyin senden gelmesi doğal oldu artık.
- Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe. Umut kırıklığına uğramış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: "Onu da birlikte götürebilsem" diyorum, "onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?"
- "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. "Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.
- Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar) yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki.
- Yalnız yaşayabiliyorum daha, ama biri geldi mi bitiyorum, gücüyle beni canlandırmak için önce öldürüyor sanki; sonra da gücü yetmiyor diriltmeye.
- Direnip kalmalarında bir yüreklilik yok; mutfaklarımızdan kovamadığımız hamamböceklerinin yürekliliğine benziyor bu direnme.
- Bir özelliğim var, herkese benzemeyen biriyim, dış görünüşümle değil, ama bir ölçüye vurursan, onlardan çok ayrı olduğum çıkar ortaya.
- Ben yalnız olduğum yerde durabilirim, başka şey isteyemem, istemiyorum da zaten.
- Ben karanlıkların adamıyım, ortalara çıkmamam gerekir, en doğrusu bu.
- Yaşamın tek çıkar yolu susmak, burda ve orda. Karalar giyecekmişiz ne çıkar, olsun? Uykumuzu daha çocuksu, daha derin kılar. Ama üzüntü demek, gece gündüz, uykuda olsun, uyanık olsun, vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek, çekilir şey değil bu.
- Yaşayan yazarlar, yazdıklarıyla canlı bir bağ kuruyorlar; yazarların ölmemiş olmaları, kitapları için ya iyi oluyor, ya da kötü. Kitabın gerçek durumu, yazarın ölümünden sonra, daha doğrusu, yazarın ölümünden bir süre sonra ortaya çıkıyor. (Çünkü bu işgüzar adamlar, öldükten bir süre sonra da etkilerler kitapları!) Ama kitap yalnız başına kalınca, kurtulunca yazarın baskısından yaşamaya başlar, ya saydırır kendini, ya da saydırmaz.
- Bütün evliliklerin yalnızlıktan kurtulmak için yapıldığına inanamıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam, o "Melek" de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekten bir yuva kurulamaz... Birinin yalnızlığı ötekinde yansır, karanlık gecelerde bile. Hele yalnızlığı silah gibi kullanmak, daha da kötüdür.
Kafka'nın, Milena'ya yazdığı mektuplardaki alıntılar bu kadar. Kitabın sonuna eklenen, Milena'nın, Kafka ile ortak arkadaşı olan Max' e yazdığı, Kafka'dan bahsettiği mektuplar vardır. Bu mektuplardan bir kısmı alıntı yapmadan edemedim;
Hepimizde bir tür yaşama gücü vardır, görünüşe kapılırız, yalana sığınırız bizler, olaylara göz yumabiliriz, iyimser, ya da kötümserliğe başvurabiliriz zaman zaman, bir kanıyı savunabiliriz hiç değilse. Ama o sığınmaz bu türlü koruyucu nesnelere. Yalan söylemek elinden gelmez ilkin, beceremez ki... Sarhoş olmayı da beceremez.
Sığınacak, başvuracak hiçbir aracı yok elinde. Bizim korunabileceğimiz şeyler onda olmadığından hırpalanıyor ya da böylesine. Giyinik insanların arasında çırılçıplak dolaşan biridir. İster iyilik, ister kötülük olsun, yaşamına yardımcı olacak nesnelerden yoksun olunca, kendi başına bir varoluşçuluk oluyor onunkisi. Kahramanlıktan uzak bir yalnızlık içindedir Frank. Ne var ki, daha yüceliyor, daha erişilmez oluyor böyle olunca.
Kahramanlık, yalan, korkaklık! Bir ereğe ulaşmak için, hiçbir insan yalnızlığını öne süremez, kullanamaz. Fakat korkunç bir ileriyi görme sezgisi içinde, tertemizdir; kimseye leke sürmek istemediği için zorlanmıştır bu yalnızlığa. Akıllı kişiler de başkalarını kirletmekten çekinirler, ama onlar her şeyi pembe gösteren, büyülü gözlükler takar... Onlar için başkalarını kirletmek diye bir şey yoktur, incitmek diye bir şey bilmez onlar!
- Bildiğin gibi değil Milena... Kadınlığın önemli değil! Sen benim için el değmemiş bir kızsın, senin gibi apak biriyle karşılaşmadım ki! Böylesine arınmış birine el uzatmak için yürek ister. Benim elim kirli, titrek, kararsız. Kimi vakit pençeyi andıran bu terli, bu soğuk eli nasıl uzatırım sana?
- Bir şey soracağım: Ne gibi suçlar yüklüyorlar size? Benim de mutsuz kıldığım kişiler oldu, ama beni suçlandırmadılar, durmadan sitem ettiklerini de anımsamıyorum. Konuşmazlar, susarlar... İçlerinden olsun suçladıklarını sanmıyorum. Kişiler yanında böylesine ayrık bir durumum vardır benim.
- Bu ters dünyayı ne zaman birazcık düzene sokacaklar, dersiniz? Gündüzleri kafan bomboş dolaş - her yanda öyle güzel yıkılar var ki, kişi de böylesine güzel olacağını umutlar - geceleri de uyku yerine buluşlar gelsin usuna!
- Kuşkulanmayın sakın, yalnız düşlerde tekin değilim.
- Kaçırılır bu kadın, yangından, yeryüzünden, kucağa alıp kaçırılır... O da güvenle, istekle sokulur insana. Yalnız "i"nin sesi çok güçlü, sıçrayıp elinden kaçıvermiyor mu adın? Yükünün mutluluğundan bu şıçramayı kendin yapıyorsun belki de?
- Korkunun yılanları ürkmüş ama benim korkumun yılanları daha azgın.
- Bir ay önce daha mı iyi bir insandım? Kendi kendime de olsa, üzülüyordum hastalığına, hiç değilse hasta olduğunu biliyordum... Ama şimdi? Geçti artık, şimdi yalnız kendi hastalığımı, kendi esenliğimi düşünüyorum, ama ikisi de sen demeksin.
- Ancak gün ışırken dalabildim uykuya - korkunç dememek için kötü diyorum - bir düş gördüm. ( Neyse ki uzun sürmüyor düşlerin etkileri.) Kötü bir düş gördüm Milena... Gene de bu düşü gördüğüme seviniyorum, düşler sona ermedikçe kişi uyanmaz uykusundan, sımsıkı tutar düşler bizi, istesek de uyanmayız; işte birazcık uyuyabilmemi bu düşe borçluyum.
- Konuşmasalar, sussalardı, ne iyi olacaktı...
- Birden akşam olmuş ve sen yanımdasın... Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir ayağım yerde, elini tutuyorum... Hızlı hızlı, kısa kısa tümcelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya dek! Neler konuştuğumuzu anımsamıyorum, yalnız sondan iki, baştan da iki tümceyi söyleyebilirim... Ara yerde konuşulanlar anlatılamayacak kadar acı. Bakışlarından bir şeyler sezmiş olacağım ki, daha selamlaşmadan: "Beni başka türlü canlandırmıştın kafanda, değil mi?" diyorum. "Açık söylemem gerekirse, evet" diyorsun... "Seni daha alımlı sanmıştım." Konuştuğumuz ilk iki tümce buydu işte, (Bir şey diyeyim mi? Biliyorum, her yaptığım işte bir eksik yanım vardır, ama ezgi konusunda yüzdeyüz, baştan sona sıfırımdır! Hiçbir işte böylesine kesin bir bütünlüğe ermemişimdir!) Başka ne konuşabilirdik? Her şey aydınlanmıştı... Derken, ne zaman bakışacağımızı tartışmaya başladık. Ben durmadan soru sordum, sen durmadan anlaşılmaz bir sürü kaçamaklı karşılıklar verdin.
- Dış görünüşün vız geliyordu bana; sözlerine önem veriyordum yalnız. Ben de seni düşündüğüm gibi bulmamıştım, benzemiyordun kendine; daha esmerdin, yüzün zayıftı! Tombul olsaydın, böylesine katı yürekli olabilir miydin? (Ama bu davranışından ötürü katı yürekli denebilir miydi sana?) Üzerinde, benimkinin kumaşından - hem de erkek biçiminde - bir giysi vardı, hiç beğenmemiştim. Birden mektubundaki bir koşuk geliyor usuma: "iki tanecik giysim var, ama bilirim yakıştırmasını" giysini beğeniveriyorum... Anla sözlerinin bendeki etkisini! Arkadaşlar plana bakıyordular daha, biz bir yana durmuş, buluşacağımız günün pazarlığını ediyorduk. Aşağı yukarı şu sonuca varmıştık: Ertesi gün pazardı; pazar günleri bana vakit ayıramayacağını bir türlü anlayamıyordum, sen de nasıl anlamam diye direniyor, şaşıyordun. Sonunda "peki" demiş olacaksın ki, kırk dakika için kaçabileceğini söyledin. (Konuşmamızın korkunç yanı sözcüklerinde değildi, davranışlarındaydı... direnişinde. Susmakla şunları anlatmak istiyordun sanki: "Önemli olan gelmek istemeyişim, gelmişim kaç para eder?) Günün hangi saatine rastlayacaktı bana ayıracağın bu kırk dakika? Bir türlü öğrenemedim... Anlaşılan kendin de bilmiyordun, düşünüyordun, ama bulup söyleyemiyordun. "Bütün gün beklerim, öyleyse" dedim. "Bekle" dedin... Arkanı döndün, ötekilerin yanına gittin. Verdiğin bu karışıklıktan hiç gelmeyeceğini anlamıştım. Yalnız beklememe izin veriyordun, o kadar. "Beklemeyeceğim işte" dedim usulca, duymadığını sanarak sesimin yettiği kadar bağırdım ardından... Bu son kozumdu, umutsuz bir seslenişti. Vız geliyordu sana, umursamıyordun, ilgilenmiyordun benimle artık. Altüst olmuştum, kalabalığa karıştım. Bu düşten iki saat sonra mektuplarınla çiçeklerin geldi. Yüreğime su serpen güzel avuntular...
- Burada olsaydın (yalnız sıcaklığını duymak için değil) ne iyi olurdu... Başımı omzuna kor, geniş bir soluk alırdım.
- Dükkanlardan çıkarlar, bize bakarlardı! Ne saçma şeyler bunlar, değil mi? Ne türlü seninim Milena, anla! Bu aşçı kadınlar, bu korkutmalar, otuz sekiz yılın ciğerimde biriktirdiği toz toprakla ne denli seninim bilsen! Bunlar değildi demek istediğim, ya da başka türlü diyecektim, olmadı... Gece ilerledi, kesmeliyim artık, uyumam gerekiyor... Oysa biliyorum; uyuyamayacağım. Sana yazmaktan vazgeçtiğim için uyuyamayacağım.
- İçim götürmüyor buradan ayrılmayı... Balkonda, hiçbir şey yapmadan yatmanın nesinden geçilmez dersin?
- Seni gördüm düşümde bu sabah gene. Yan yana oturuyoruz... Sen itiyorsun beni, ama kızmadan; gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi - hem de bana seslenen sesi - duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya! İlk düşümden daha bitik, daha kötü ayrıldım yanından. Bir yerde okumuş olacağım, bir benzetiş geldi şimdi usuma:"Ateşten örülmüş uzun yalımlardır sevgilim, dolaşır yeryüzünü, sarar beni. Ama sardıklarını değil, görmesini bilenleri sürükler ardından..." Senin. (Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle "Senin" kaldı yalnız.)
- Kişi bu mektupları önüne serer, yüzünü gözünü sürer onlara, sonra da aklını kaçırır! Ne var ki, kişi daha önceden yitirmişse aklının yarısını, hiç değilse geri kalanın değerini anlar da onu olsun sıkı sıkı tutmaya çabalar. Onun için işte, benim otuz sekiz Yahudi yılım sizin yirmi dört Hristiyan yılınıza şunları diyor şimdi: Boş mu veriyoruz doğa ile Tanrı'nın yasalarına, olacak iş mi bu? Otuz sekiz yaşındayım, üstelik yorgunum da, ama bu yorgunluk otuz sekiz yılın ortaya kıyacağı yorgunluk olamaz! Yorgunluk diye adlandırmak doğru değil belki, ama rahat değilim, korkuyorum. Düşenlerle böbürlenen bir dünyada yaşıyoruz. Atamıyorum adımımı, ürküyorum, onun için yere basamıyorum. Evet... belki yorgun değilim, korkağım yalnız... Beni altüst edecek bir serüvenin ardından gelecek o büyük yorgunluktan korkuyorum. Ancak akıl hastanesinde dinlenebilir insan; gözünü sabahtan akşama dek bir yere dikip oturacak... İşte bu duruma düşerdim. Biliyorum, birtakım işlere soktum burnumu. Bu arada dostumu düşmanımı kırdım (oysa düşmanım yoktu, yalnız dostum vardı, hepsi de iyi kişilerdi) kendim de yarı sakat biri oldum, hani çocukların elindeki mantar tabancasını görse titremeye başlayanlardan. Şimdi de bir kurtuluş savaşına çağırılıyorum sanki. Söyle, olacak iş mi bu? Yaşamımın en iyi günlerini iki yıl önce geçirdim, bir köyde, sekiz ay sürdü. O günlerin sözünü daha kimseye etmedim. Kendi kendime yetiyordum, özgürdüm, bütün bağları kopardığımı sanmıştım... Kimseden mektup almıyordum, beş yıl süren Berlin mektuplaşması bile sona ermişti. Hastalığımın gölgesine sığınmıştım. Kendimde bir değişme olmamıştı, hayır, belki eski niteliklerime daha da sıkı sarılmıştım. Ama bu durumun sürmemesi gerektiğini bir buçuk yıl önce kavradım, bu konuda daha çok düşemezdim: Körü körüne bana inanmış, iyi, güzel birini de yanım sıra sürükleyemezdim... Zaten korkunç bir çıkmaza girmiştik. Milena! Şimdi de sen çağırıyorsun beni...Yüreğime, usuma eşit etkiler yapan bir sesle sesleniyorsun bana. Ama tanımıyorsun beni, birkaç mektup, benim için duyduğun birkaç söz, gözünü kamaştırmış olabilir. Milena diyorum, bir deniz gibidir, deniz kadar da güçlüdür. Gel gelelim bir yanlış yorumlama sonunda, boğulacak olanın isteğine uyup, alın yazısı da öyle dilerse... bütün gücü ile deniz üstüme yığılmaz mı? Evet, görmedin, bilmiyorsun beni. Gelmemi, gerçeği ortaya çıkarmak için bir ön sezgiyle istiyorsun belki de. Biliyorum, beni gördükten sonra geçecek başının dönmesi!
- Düşünülerimde, açıklamalarımda özdenim, yalansızım. (Bu yanımı ilk sen gördün, sen anladın.)
- Hele şimdi, şu anda o dilek, dileklerin en uygunu, en arınmışı... mutluluğun ta kendisi.
- Seninle buluşacağımız yeri şimdiden yazabilsem ne iyi olurdu, değil mi? Ama olmaz, buluşacağımız yeri şimdiden bildirirsem, boğulurum o zamana kadar. Üç gün üç gece o yerin bomboş kalacağını ve ancak salı günü belli bir saatte orada olabileceğimizi düşünmek çıldırtabilir beni. Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? Bunun karşılığını salı günü verirsin.
- Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena; Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki. Ne söyleyeyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni.
- Kişiyi mutluluk öldürebilirse, benim çoktan ölmem gerekirdi! Ama, ya benim gibi ölüm yargısına uğramış biri, mutluluktan ötürü kurtulabilirse ölmekten? Öyleyse yaşayacağım demektir.
- Uzun yıllardır görmediğim Madrid'deki amcam, yarın Paris'ten buraya geliyormuş. Sevmez değilim onu, ama bu gelişi hoşuma gitmedi, sabahtan akşama onunla olmam gerekecek, oysa ben bütün vaktimi, bütün vaktimden daha çoğunu, yeryüzünün bütün vakitlerini sana ayırmak istiyorum, seni düşünmek, seni yaşamak için. Tedirgin olacağım şimdi, evimin de rahatı kaçacak; akşamları da yalnız kalamayacağım demektir! N'olurdu, başka bir yerde olsaydım; birçok şeyin başka türlü olmasını isterdim zaten, hele işi hiç istemiyorum! Ama bu isteklerim yersiz... beni bugünlerden ayıracak bir şeyi nasıl isteyebilirim? Senin olan bugünlerin dışında? Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelebilir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış, kalmışım öylece.
- Akşamın şu geç saatinde sana iyi geceler dilerken, kendimi, her şeyimle bir solukta veriyorum sana, mutluluk, sende erimek!
- Tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı - daha doğrusu: kimi zaman yalnız kalabilmek, mutluluğun ilk koşulu.
- Kişi nelere sahip olduğunu bilmeyen bir "kapitalist" aslında.
- Kişi yorgun olunca bencil de oluyor... Hele benim gibi iki gün iki gece bin bir olasılıkla kendini yiyip bitirdikten sonra...
- Şimdi de ben seni oturtuyorum koltuğa, mutluluğumu anlatabilir miyim sözcüklerle? Ellerime, gözlerime, zavallı yüreğime nasıl anlatayım burada olmanın mutluluğunu? Benim olmanın? Oysa tutkunluğum sana değil, senin sağladığın yaşamımı seviyorum.
- Kimi zaman şuna inanıyorum: Birlikte yaşayamayacağız, boyun eğip rahatça uzanıvereceğiz yan yana, ölmek için. Ama ne olacaksa, senin yanında olacak.
- Gel artık! Sen olmayınca yanımda, korku başkaldırıyor, bütün gece, sabaha kadar boğuşuyorum onunla. Ciddi bir yanı var bu korkunun, boşayamıyorum, üstelik durmadan şu gerçeği de sokmak istiyor gözüme: "Milena da senin gibi bir insan, ne yapsın?"
- Bu elle tutulamayan, bu korkunç sorumluluk durumunu bütün açılarıyla yüklenen biri olacağım yerde, söz gelişi odandaki, o her zaman seni görebilen mutlu dolap olsam, ne iyi olurdu: Seyrederdim seni, koltukta oturuşunu, mektup yazışını, yatışını ya da uykuya dalışını.
- Seninle olsam, ne kolay bir yaşamım olacak - çılgınlık! nasıl dokunabilirim bu konuya? - Bakışlarla konuşurduk yalnız. Oysa şimdi, hiç değilse yarına değin beklemek zorundayım mektubumun karşılığını. Yanlış anlama Milena, sev beni.
- Yaşam rezillik aslında, midemi bulandırır hep; yaşamla başa çıkacağımı, insanlara dayanabileceğimi ummazdım bugüne değin, utanç duyardım bundan ötürü, ama sen, bir şey öğrettin bana şimdi, dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş meğer.
- Korkunç acılara boyun eğmek zorunda kalırım tek sözcüğünden yoksun olursam.
- Yorgunum, diyeceğimi de unuttum, başımı dizlerine koysam, elini duysam saçlarımın üstünde... Ne iyi olurdu, ölünceye dek kalabilirdim öyle.
- "Belki Prag'a gelirim önümüzdeki ay" diyorsun. Neredeyse: gelme, diye yalvaracağım. Seni çağırmak zorunda kaldığım bir güne bırak bu gelmeyi, o umutla yaşayayım, gel dediğimde hemen geleceğinden emin olma umuduyla. Hayır, gelme şimdi, nasıl olsa dönmek zorundasın, değil mi? (Vereceğin karşılığı biliyorum, gene de yazılı görmek isterim.)
- Neyse, bırakalım bunları, durma üstünde, uzat elini, bir daha da çekme.
- Franz, hayır, F. değil. Senin. O da değil. Yeter: sessiz, derin orman sadece.
- Severim onu, ama elini uzun uzun sıkacak kadar da değil. Umduğumu bulamayacağımı biliyordum, ama olsun, dedim, ne çıkar?
- "Kadınlar için çok şey gerekmiyor." diyor bir yerinde, güzel bir tümce.
- Bugünkü mektubun, o candan, o sevinçli, o mutluluk getiren mektubun, nasıl okunursa okunsun, bir kurtarıcı mektup olmaktan çıkmıyor. Milena kurtarıcılar arasında! (Ben de onların arasında olsaydım, yanımda olur muydun şimdi? Hayır, olmazdın, biliyorum.) Kurtarıcı rolünde Milena! Oysa denedim, biliyorsun: karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin, başka hiçbir şeyin yararı yoktur. Sen beni var olmanla kurtarmadın mı? Olmayacak küçücük nesnelerle denemeye de kalkışma artık. Birini boğulmaktan kurtarırsın, bu elbette ki büyük bir olaydır, ama kurtardıktan sonra yüzme öğretmeye kalkışırsan, neye yarar? İşi kolaylaştırmak değil midir bu, işi biraz başından atmak? Var olduğunu bilmek daha güven sağlar, her an yardıma koşacağını ummak daha iyi...işi yüzme öğretmenine ya da İsviçre'deki otelciye yüklemenin bir yararı yok. Hem biliyorsun, kilom 55.40! El ele tutuşmuşuz seninle, nasıl bırakır da giderim? Birlikte gitsek de ne olacak? Bir daha seni bırakıp uzaklara gitmeyeceğim, kafama koydum bunu.
- Bütün bunlar "rahatlık" işte, öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile "yok oluverir" insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir.
- "Gevezelik ediyorum, her şeye rağmen mutluyum yanında."
- Seninle konuştuğum gibi, kimseyle rahat konuşamam, kimse senin kadar benden yana olmadı da ondan, kimse senin kadar iyi niyetli ve her şeyi kavramış değil de ondan.
- Seni sevdiğime göre; yeryüzünü de seviyorum demektir, sol omzunu da, hayır sağ omzundu önce, canım isteyince öperim de onu (aç biraz omzunu, n'olur?) sol omzun sonra gelir; sonra ormanda üstümdeki yüzün, gene ormanda aklımdaki yüzün ve çıplak göğsünde dinlenen başım. "Biz tek insan olduk bile" demekte haklısın, korkmuyorum da bundan ötürü, tersine, bu benim tek mutluluğum, tek böbürlendiğim şey...
- Alıkça ettiğim şakaları anlatma sakın dolaba. Odanda duran her şeyi seviyorum, çılgın gibi, bil bunu.
- Uyuyamayınca insan, ne sorduğunu bilmeden sorar. Durmadan sormak gelir insanın içinden, uyuyamamak demek, bir şeyler öğrenmek demektir, zaten; sorulara karşılık bulunsa kaçar mı kişinin uykusu?
- Milena kendi yaşamını yaşıyor, başka türlü yaşamak elinde değildir. Sevinç dolu bir yaşam değil belki, ama 'dingin ve esenli'.
- Bir aydır hiçbir işe yaramayan gözlerim seni görecek!
- Bak Milena, yüreğimde sen olduktan sonra her şeye göğüs gerebilirim; mektup almadığım günler korkun. diye yazdığıma bakma, doğru değil pek, zor geliyor, güç oluyor öyle günler, ağır geliyor, su alan bir kayık gibi, battı batacak, gene de yüzüyor senin sularında. Yalnız bir şeye göğüs geremem, senin yardımın olmadan bir şeyle başa çıkamam: "korku"yla; bu konuda alabildiğine güçsüzüm, enezim, incelemeye bile yetmiyor gücüm, batıvereceğim dibe.
- Görür gibiyim seni, çeviriyi yapıyorsun, eğilmişsin kağıdın üstüne, boynun çıplak, arkanda duruyorum, dayanamayıp öpüyorum ensenden... Kaçma n'olursun, öpmek istemiştim... İşe yaramayan sevgimin bir gösterisiydi bu.
- Havada bir şey var, cennette işlenen ilk günahtaki havanın kokusundan bir şey.
- Seni bulduğum için teşekkür etmek istiyorum sana (yeter mi sanki?) Öpmek istiyorum seni.
- Meleklerin sesi sandığımız, cehennemin dibindekilerin türküsüdür.
- Bu karanlıklarda bile seninle eş düşünüde olabilmek! Şaşılacak kadar güzel, değil mi? Yanıldığımı da sanmıyorum.
- Ama ben baksam sana... arada bir elimi alnına koysam, gözlerine dalsam, bakışlarını -ben odada dolaşırken- üstümde bilsem, senin için yaşadığımı bilsem, onurlansam, içim içime sığmasa, bu yaşama iznini versen bana!
- Seninle konuştum; çocuklar gibi açık ve ciddiydim bu konuşmada; sen de bir ana gibi anlayışlıydın, sen de ciddiydin. (gerçek yaşamda ne böyle bir çocuk gördüm, ne de böyle bir ana!)
- İçime kapanığım, yalnız kendimi düşünüyorum. Senden alabileceğim kadarını alabiliyorum, kaptırmamak için elimden gelse, dünyanın öbür ucuna kaçardım.
- "Ya hep, ya hiç" sözü, büyük bir söz! Ya benimsin, ya değilsin. Benimsen, sorun yok, her şey iyi demektir, ama değilsen, yitirirsem seni... kötü olmaz... O zaman hiçbir şey olmaz, o zaman hiçbir şey yok demektir... Ne kıskançlık kalır, ne üzüntü, ne sıkışma, hiç, hiçbir şey. Biliyorum, birine böylesine güvenmek bayağının aşağısı bir şey, onun için durmadan korku çörekleniyor ya içime? Ama bu korku seni yitiririm korkusu değil! Birine güvenmeye nasıl yeltenir insan, işte bu korkutuyor beni. Buna karşı koyabilesin diye, sevimli yüzüne Tanrısal bir güzellik ekleniyor. (Ama belki doğuştan vardı bu.)
- Bana gereken şeyin senden gelmesi doğal oldu artık.
- Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe. Umut kırıklığına uğramış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: "Onu da birlikte götürebilsem" diyorum, "onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?"
- "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. "Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.
- Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar) yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki.
- Yalnız yaşayabiliyorum daha, ama biri geldi mi bitiyorum, gücüyle beni canlandırmak için önce öldürüyor sanki; sonra da gücü yetmiyor diriltmeye.
- Direnip kalmalarında bir yüreklilik yok; mutfaklarımızdan kovamadığımız hamamböceklerinin yürekliliğine benziyor bu direnme.
- Bir özelliğim var, herkese benzemeyen biriyim, dış görünüşümle değil, ama bir ölçüye vurursan, onlardan çok ayrı olduğum çıkar ortaya.
- Ben yalnız olduğum yerde durabilirim, başka şey isteyemem, istemiyorum da zaten.
- Ben karanlıkların adamıyım, ortalara çıkmamam gerekir, en doğrusu bu.
- Yaşamın tek çıkar yolu susmak, burda ve orda. Karalar giyecekmişiz ne çıkar, olsun? Uykumuzu daha çocuksu, daha derin kılar. Ama üzüntü demek, gece gündüz, uykuda olsun, uyanık olsun, vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek, çekilir şey değil bu.
- Yaşayan yazarlar, yazdıklarıyla canlı bir bağ kuruyorlar; yazarların ölmemiş olmaları, kitapları için ya iyi oluyor, ya da kötü. Kitabın gerçek durumu, yazarın ölümünden sonra, daha doğrusu, yazarın ölümünden bir süre sonra ortaya çıkıyor. (Çünkü bu işgüzar adamlar, öldükten bir süre sonra da etkilerler kitapları!) Ama kitap yalnız başına kalınca, kurtulunca yazarın baskısından yaşamaya başlar, ya saydırır kendini, ya da saydırmaz.
- Bütün evliliklerin yalnızlıktan kurtulmak için yapıldığına inanamıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam, o "Melek" de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekten bir yuva kurulamaz... Birinin yalnızlığı ötekinde yansır, karanlık gecelerde bile. Hele yalnızlığı silah gibi kullanmak, daha da kötüdür.
Kafka'nın, Milena'ya yazdığı mektuplardaki alıntılar bu kadar. Kitabın sonuna eklenen, Milena'nın, Kafka ile ortak arkadaşı olan Max' e yazdığı, Kafka'dan bahsettiği mektuplar vardır. Bu mektuplardan bir kısmı alıntı yapmadan edemedim;
Hepimizde bir tür yaşama gücü vardır, görünüşe kapılırız, yalana sığınırız bizler, olaylara göz yumabiliriz, iyimser, ya da kötümserliğe başvurabiliriz zaman zaman, bir kanıyı savunabiliriz hiç değilse. Ama o sığınmaz bu türlü koruyucu nesnelere. Yalan söylemek elinden gelmez ilkin, beceremez ki... Sarhoş olmayı da beceremez.
Sığınacak, başvuracak hiçbir aracı yok elinde. Bizim korunabileceğimiz şeyler onda olmadığından hırpalanıyor ya da böylesine. Giyinik insanların arasında çırılçıplak dolaşan biridir. İster iyilik, ister kötülük olsun, yaşamına yardımcı olacak nesnelerden yoksun olunca, kendi başına bir varoluşçuluk oluyor onunkisi. Kahramanlıktan uzak bir yalnızlık içindedir Frank. Ne var ki, daha yüceliyor, daha erişilmez oluyor böyle olunca.
Kahramanlık, yalan, korkaklık! Bir ereğe ulaşmak için, hiçbir insan yalnızlığını öne süremez, kullanamaz. Fakat korkunç bir ileriyi görme sezgisi içinde, tertemizdir; kimseye leke sürmek istemediği için zorlanmıştır bu yalnızlığa. Akıllı kişiler de başkalarını kirletmekten çekinirler, ama onlar her şeyi pembe gösteren, büyülü gözlükler takar... Onlar için başkalarını kirletmek diye bir şey yoktur, incitmek diye bir şey bilmez onlar!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)